Baykuş gibi sabahlara kadar dinlersen geceyi, mazi resmî geçit yapar elbette zihninde. Bir gece değil, her gece “hazır ol”da bekliyorlar mübarek. Bazıları çakı gibi, eğitimli askerler gibi düzenli geçiyor gözümün önünden. Tam hizama gelince bana bakarak selâm duruşları mest ediyor beni. Gururlandığım çalışmalarım bunlar. Heyecanlanıyorum onları düşünürken. Bir gülümseme beliriyor yüzümde farkında olmadan. Gözüm yakalarındaki isimlere takılıyor. Afyon Valiliği Üstün hizmet Belgesi yazıyor birinde. Arka sıranın başındaki askerin yakasında okul dışında ücretsiz özel dersler verdiğim ve devlet parasız yatılı sınavını il birincisi olarak kazanan babasız bir öğrencimin adı yazılıydı. Öyle heyecanlanıyorum ki, kalbim durdu, duracak… Anılarımın resmî geçidi Onuncu Yıl Marşı eşliğinde sürüyor. Anı askerlerimin her biri ayrı heyecanlandırıyor beni. Bir mutlulukla doluyor içim. “İyi ki” diyorum. “İyi ki yapmışım. Ne de güzel olmuş.”
Bazıları kaçırıyor keyfimi. Hatalarım, pişmanlıklarım geçitte bak şimdi. Toyluk var kimi olumsuzluklarda. Acemilik, üstüne bir de ukalâlık. Ne olduğunu anlamadan ne oldum delisi olduğum zamanlarmış. Hep kendimi haklı bulduğum tartışmalarla incittigim gönüller de sıraya girmiş, teker teker canımı yakıyor. Hani ilk mesleğe başladığım günler… Genç bir kız iken ansızın “hanım” ünvanı aldığım… Küçük dağları benim yarattığımı sandığım günler… Yanlışlarla dolu, sonradan utanç duyacağım tamiri olanaksız hatalarımın günleri… Düşünürken beni ağlatan, “keşke” lerimin çok olduğu,
“Neden? Neden?” diye kendimi yiyip bitirdiğim anılarım. Birden bir sıcaklık kaplıyor içimi. Kış günü. Hava soğuk. Annem sobayı yakmış. Soba derken kuzinemiz vardı. Hem ısınır hem üstünde ve fırınında yemek yapardık. Kış geceleri üstünde kestane pişirirdik. Portakal -mandalina kabuklarını yakardık. Odalarımız mis gibi kokardı. Annem kocaman iki bakır güğümü suyla doldurur koyardı üstüne. Hep fokur fokur kaynayan suyumuz olurdu. Hem yemeklere hem çamaşıra- bulaşığa hem banyoya kullanırdık. Banyo yapacak olan birini kapar, soğuk suyla ılıştırıp yıkanırdı… Benim çocukluğumda şimdiki gibi otomatik makineler yoktu. Annem hep elinde yıkardı çamaşırı, bulaşığı. Elleri sudan hiç çıkmazdı garibimin. Sürekli suda kalmaktan daha otuzunda buruş buruş olmuştu. Bir hoş oldu içim. Gözümün önünde annemin yorgun yüzü, buruşuk elleri. Tüm günün yorgunluğunun ardından geceleri de gaz lâmbasının ışığında o buruş buruş elleriyle giysilerimizin yırtığını yamar, söküğünü diker, katlar, yerleştirirdi. Kuzinemiz… Sıcaklığı içimi ısıtmıştı ne güzel. Annemi anımsayınca ürperdim birden. Meğer annem böbrek hastasıymış.
Teşhis çok ilginç bir anda koyuldu. Kardeşime kız istenmiş, dönerlerken annem yolda bir engele takılıp düşmüş. Dizi yaralanmış, iki ayak parmağı kasılmış. Doktora gitmişler. Doktor röntgeni kalçadan istemiş. Filmi incelerken şaşkınlıkla anneme dönüp: -Hanım, hanım, dizinin yarası geçer, ayak parmakların hep öyle kalacak, bir sinir hasar görmüş ama bunların önemi yok. Senin böbreklerin bitmek üzere. Her iki böbreginde de avuç dolusu taş var. Acil ameliyat olman gerekir, demiş. Anılarımın bundan sonrası hastane koridorlarında geçer çoğunlukla. Evlenmişim. İlk çocuğum üç buçuk yaşında, ikinci çocuğum yedi aylık. Büyük oğlumu yanımda götürüp küçük bebeğimi bakıcının evine ve insafına bıraktığım annemin ameliyat günleri… Uyuyamayan insanlara “gözlerini kapat, koyun say” denir. Ben koyun saymayı çok denedim. Gözlerimi kapatıyorum. Tam bir ağıla girip kapısını açıyorum, koyunları birer birer serbest bırakacağım…
Bir, iki, üç… Aaaaa! Sınıfın kapısından Leyla çıkıyor gözleri yaşlı. Akif sırtına vurup bağırıyor: -Hadi kızım ya! Koş biraz. Teneffüs bitecek… Leyla zorunlu olarak koşuyor dışarı ama aklım gözlerindeki yaşlarda. Leyla’nın neden üzgün olduğunu merak ediyorum. Arkasından uzun uzun bakarken İsmail bir elma uzatıyor: -Yer misiniz öğretmenim? Dün bahçeden topladık. Annem “bunlar kurtlu, öğretmenin sevmez” dedi ama ben sizin böyle meyvelere ‘organik’ dediğinizi biliyorum… Yüzünde kocaman ve sıcacık bir gülümsemeyle elmayı elime tutuşturup bahçeye fırlıyor. Yahu ben koyun sayacaktım! Deprem oluyor, fırlıyorum yataktan. Bu kez hatırı sayılır büyüklükte olduğu belli. Sonradan 6.1 şiddetinde olduğunu öğreniyorum. Ne kadarı rüyaydı, ne kadarını anılarımda canlandırdım, bilmiyorum. Can korkusu anıları unutturuyor bir anlığına. Telefona sarılıyorum. “Şu anda deprem oluyor” diye yazıyorum Facebook’a. Bir sürü geçmiş olsun mesajı geliyor. Depremi hissedenler de var. Birden sokağa inmeyi düşünüyorum. Dışarıda gecenin ayazı, karanlığı, ürkünç sessizliği… Korkudan ürperiyorum. Vazgeçiyorum. Aklıma doktorumun verdiği uyku ilacı geliyor.
“Uyuyamadığınız gecelerde yarım bardak suya iki damla” demişti. Bu gece farklı bir uykusuzluk çekiyorum. İki damla işime yaramaz. Suya beş damla ekleyip içiyorum, giriyorum yatağa. Bir-iki küçük artçı deprem rahatlatıyor. Sanki alıştık gibi. Fay hattı üzerinde yaşamak biraz da olsa korkularımızı törpülüyor. Dalmışım. Uyandığımda öğle ezanı okunuyordu…
Yasemin Evren