Canım dedem çok sevgi dolu bir insandı. Kurtuluş savaşına katılmış bir gaziydi ama gaziliği kabul edilmemişti ! Benim bildiğim, babamdan dinlediğim, İnönü savaşlarında oluşan bir kargaşa durumunda, askerlere dağılın, başınızın çaresine bakın komutu veriliyor. Askerlerde, kendi olmayan imkanlarıyla, memleketlerine, evlerine dönmeye çalışıyorlar. Dedem yolu bilen birkaç arkadaşıyla birlikte Eskişehirden yürüyerek, Bolu dağlarını geçip, Abant gölüne gelişini anlatmıştı bize. O sıralar Bolu’da yaşıyorduk. Babamın bölgesindeki köylerde, yöre halkına birkaç gün misafir olmuştu. O günlerini tekrar yaşamak, yad etmek istemişti besbelli.. Bizim eve döndüğünde, bozum olmuş halde, Boluluların yemek yapmayı bilmediğini anlatmıştı. Konuk olduğu yerde canı patates paçası çekmiş. Oysa bu yemek, Kastamonu mutfağında yer alan, buraya özel bir yemektir. Boludakiler de bilemeyince, dedem için, yemek yapmayı bilmeyen insanlar oluvermişlerdi. Patates paçası gibi bir yemek nasıl olur da bilinmezdi, mümkün müydü böyle bir şey ! Bizim köyde, işte bu kadar şöhretli bir yemektir patates paçası. Haşlanmış patatesler iyice ezilip yoğurt sirke,yumurta ve sarımsakla karıştırılır. Tepsiye döşeyip fırına verilir ama öncesinde üstüne tereyağlı salçalı bir sos dökülür. Patates; yoğurt yumurta ve sarımsak ilavesiyle sağlıklı bir yemeğe dönüşür. Patatesin glisedemik etkisi yüksektir biliyorsunuz fakat bu ilaveler onu da aşağı çeker. Protein, yağ, karbonhidrat oranları böylelikle dengeli hale gelir üstelik kalsiyum da içerir. Yumurta ilavesiyle protein kalitesi yükselir. Patatesten de C vitamini gelir, ee daha ne olsun değil mi ? Sarımsaklı, yumurtalı ve yoğurtlu oluşuyla patates püreye fark atar. Yemeğin adı ise donduma’dır. Bolu, aşçıları ile ünlü bir ilimizdir ve Bolu’lu kadınlar da muhteşem lezzette yemekler yapmakta hünerlidirler. Her yaptıkları yemek harikadır. Bolulu birisinin evinde davet yemeğindeyseniz, o gün yediklerinizi, bir daha asla unutmanız mümkün değildir. Bunun belli başlı sırlarından bir tanesi de yemeklere çok soğan doğramalarıdır. Soğan yemeklere şeker katmış gibi bir tat verir. Oldukça soğuk, nemli bir ikliminin olması, sağlıklı kalmakta soğanı kullanmayı gerekli kılar. O, nede olsa vücutta glutatyon sentezletir. Glutatyonsa bağışıklığı yükseltir. Türklerin göçebe bir millet olması, yaşantılarındaki zorlukları alt edebilmek adına, soğanı bütün yemeklere ilave etmeleriyle sonuçlanmış. Bizim mutfağımız kadar soğanlı bir mutfak var mıdır, bakmak lazım. Tabiki soğanın tepesine yumruk indirip, ekmekle yememiz de çok manidar ve ayrı bir efsanelik durum, fakat tüm bunlar başka bir yazı konusu. Bugün dedemin günü !
O bize her gelişinde; ablamla ben Arzu ile Kanber masalını anlattırırdık. Masal epey uzundur, aşıkların arasına büyücü üvey anne girer, bir türlü kavuşamazlar. Bu uzun masal bizi uyutacağına, anlatırken her defasında dedemi uyuturdu. Burnuna ve kulağına ot gibi şeyler sokup güldüğümüzü hatırlıyorum. Hem burnu hemde kulakları, oldukça büyüktü rahmetliciğimin..Çok iyi niyetli, sevecen bir insandı . Her geldiğinde sevinçle koşup, boyumuz gereği bacaklarına sarıldığımızı hatırlıyor, sevgisini bugün dahi, o günlerdeki şiddetiyle içimde duyumsayabiliyorum. Çocukların sevgisini kazanmak önemlidir. Bu devreyi kaçırmamak gerekir.
Dedem Abant gölüne gelip evine dönmeye çalışırken, kendilerinin asker kaçağı kabul edildiğini öğreniyor. Haklarında asılma cezası veriliyor ama ccepheye de asker toplamak gerekiyor. Dolayısıyla cezalar affedilerek sözde suçlular tekrar orduya alınıyor. Bu sefer Büyük Taarruza katılıyor. Bu savaştaki anılarını anlatan ses kaseti bende. 25 Ağustos gecesi dikenli bir telin altına bütün askerlerin yatırıldığını ve sabaha kadar sessiz bir şekilde beklediklerinden bahsediyor. Sabahın ışıklarıyla beraber hücum ettiklerini ve o sırada başından yara aldığını fakat hissetmediğini anlatıyor. Komutanı oğlum Mehmet yaralandın geri çekil diyor ama dedem pantolonu tele takıldığı için durduğunu, bir şeyi olmadığını, iyi olduğunu söylüyor. Komutanı başına dokun deyince, eline bulaşan kanla durumunu anlıyor !
Adana Dört Yoldaki hastaneye gönderiliyor. Dört Yol o zamanlar Adanaya bağlı. İyileşiyor fakat burada sıtmaya yakalanıyor. Trenle Ankara’ya gelirken gömleğinin içine doldurduğu portakalları Ankarada satıp, o para ile Kastamonu, Araç, İksife köyüne ulaşmaya çalışıyor. Köyüne yakın başka bir köye vardığında vücudu daha fazla dayanamayıp bayılıveriyor. Babası gelip, hasta oğlunu eşeğe yükleyerek evine götürüyor. Hikaye benim anlattığımdan çok daha acıklı. İçinde fazlaca yoksulluğun olduğu özel durumlar var. Örneğin dedemin kıyafetleri ince, çünkü savaş yazın yapılıyor. Dedemse kışın evine dönüş yolculuğunda. Trende adamın biri dedeme acıdığı için, yanında bulunan bir namazlığı dedemin vücuduna iple sarıyor. Bunun gibi birkaç iç burkucu örnek daha var o kasette. Sesi öyle saf, öyle temiz, öyle dürüst, öyle iyi niyet dolu ki her dinlediģimde, gözlerimin yaşarmaması mümkün olamıyor ! O kasette İstanbulun işgalciler tarafından boşaltılması amacıyla soba borularının top olarak gösterildiğini de anlatıyor. Rusyanın Kurtuluş Savaşında bize silah göndermesinden de bahsediyor. Bu silahlar Kastamonu İnebolu limanına geliyor. Atatürk’ün gözüm Sakarya Dumlupınarda kulağım İnebolu’da sözü bu nedenle söylenmiş çünki diğer yerlerdeki limanlar işgalciler ve Ermenilerin tahakkümünde kalmış. İnebolu Ankara hattı üç sıra dağın (Küre, Ilgaz, İndağı) yer aldığı ancak kağnı arabalarının kullanılabildiği bir yol ve yolun adı istiklal yolu ! Babaannemin annesi de bizim köyden, kendi kağnı arabasıyla, silah taşımak için gönüllü konvoyuna katılıyor. Onun kocası daha önce Çanakkale savaşında şehit düşmüş! Silah taşıyanlar yaşlılar, kadınlar ve çocuklardan oluşuyor, çünki genç erkekler cephede savaşıyor. Kastamonunun ( özellikle Araç ilçesinin ) kurtuluş şavaşında en çok şehit veren il olduğunu biliyor muydunuz? Sanırım bilmezsiniz, bilmemeniz de çok normal çünki buraya bu paye her nedense verilmemiştir. Onun Kahraman, Şanlı veya Gazi gibi ünvanları yoktur önünde. Küre dağlarını, Ilgaz ve İndağını taklam takaç kağnılarla geçiyorlar. Geçen senelerde bende geçtim aynı dağları, arabamızla ! Dağlar birbiri içine girmiş, dolaşık saç gibiydi…Yollar; virajlı ve fazla dik yokuşlar ve inişlerden mütevellit. Evet, ülkemizin her bir yerini gidip görmek lazım. Ancak o vakit, dedelerin tam olarak neyi başardıklarını anlamamız mümkün olabilecektir fakat gördüğümüz gibi en çok şehit vermekle yetinmeyip Rusya’dan gelen silahları Anadolu’ya taşıyanlar da yine cefakar Kastamonululardır.
O günlerden çok şükür bu günlere gelmişiz fakat gelirken nasıl geldiğimizi bizler bugün ne kadar biliyoruz?.. Biliyor muyuz? Dedemin Atatürke olan sevgisini hiçbir şeyin alt etmesi mümkün değilken, bugünün insanları Atatürk’ü kötüleyebiliyor. Atatürk’ü görmenin ve onun kumandanlığı altında savaşmanın kıvancı ile yaşayan ve gelecek nesillere bir vatan bırakan bu insanların torunları, bugün ülkemizi parçalara ayırmanın planlarını yapanların yanında yer alabiliyor. Ömrünün son günlerinde tedavi için gittiği Ankara’da, ulustaki Atatürk heykeli ile ” Yine mi çıktın karşıma ,”diyerek yamacına oturup, bir süre konuşmasını kim engelleyebilirdi? Elbette hiç kimse. Oysa şimdi, çok büyük bir zaman dilimi geçmeden, ülkede azımsanmayacak bir kitle Atatürke ve onun kurduğu ülke düzenine karşı durabiliyor. Kah dini kullanarak kah azınlıkları kullanarak bunu başardılar ne yazık ! Geçmişte yaşananları, çekilen meşakkatleri unutmamalı ve unutturmamalıyız ! Her 30 Ağustos gecesi, askerlerin fener alayı gösterisini seyretmeyi bile özler olmak, içimizi burkuyor.
Sevgilerimle
Dyt.Güner Erbay